10 Ağustos 2008 Pazar

yüzyılın icadı!

ufaktım.


"çelik ayna"ydı. ayaya çarpıp geri dönen bir çift "salak"tı, "aptal"dı.


biraz büyüdüm, hala ufaktım.

aile eğitimi üzerimde yoğunlaşmıştı. "çelik ayna" yerini "kötü söz sahibinindir"e bırakmıştı. kötü ne söyledinse, o kötülük ancak sana zarar verebilecekti. anne nasihatı: kimseye kötü söz söyleme. kalp kırma. kaşıkla şimdi şu yemeği..


sonra okullu oldum.


bir türkçe dersi, beni içten içe fetheden, gözlerimi yuvalarından çıkaracak kadar büyütüp dudaklarımı hafifçe aralatan bir metin okuyordu yan sıranın çaprazında oturan çocuk. metinde bilimsel bir icattan bahsediliyordu. seslerin aslında yok olmadığı, duvarlara, nesnelere, moleküllere çarpıp bir noktadan sonra sabit bir şekilde havada, duvarda vs.de asılı kaldığını ve seslerin çıkış noktası kişiye devamlı dönüş yaptığı, bilmemkimin bu buluş üzerinde çalıştığını ve başarmasına çok az kaldığını söylüyordu sınıf arkadaşım. uydurma mıydı bilmiyordum ama birkaç gün sürecek dalgın günlere sevkedilmiştim. kitap sayfasın üst kısmında da bir makine resmi vardı, radyo desen değil, televizyon desen hiç değil.. yüzyılın icadı olmalıydı.

bir düşünsene..


hangi techirlerin esas yüzü, ıssız yollarda yürüyen kafilelerin "gerçek" anlatımlarıyla gerçekliğe kavuşturulmazdı? ya da hangi efsanenin en salt hali; kulaktan kulağa yayılıp "efsaneleşmemiş hali" öğrenilmezdi? bir düşün, yalnızca düşün.

sarıkamış'a ulaşıncaya kadar konakladığı her hanın duvarına kısa ve silik dörtlükler yazan şehidin, kabartma desenli duvarlarla bakımsız elleri arasındaki tebeşirin duvara sürtünürken çıkardığı ince sesi bugün duyabilmenin yaratacağı etkinin boyutunu düşün.



"altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi...
gözüm imza yerinde baska ad görmedi
artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!
ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
araya gitti diye içlenme baharına,
huduttan götürdüğün san yetişir yarina! "



ya da Cumhuriyet Bayramı'nda okulun dev hoparlörlerinden gelen cızırtının arasından seçmeye çalıştığın Atatürk sesini düşün. aslında berrak olan o sesten Gençliğe Hitabe'yi dinlemenin vereceği zevki, akıllarını başlarına getirecek genç sayısını düşün...

'duymadım bir daha söyle'ler artık tartışma konusu olmayacak belki de. "ne dediğini sen daha iyi bilirsin" diye çıkışmayacak, "aç da aygıtı dinle ne demişsin" diye tersleyeceğiz belki karşımızdakini. maksat tavır almak olsun, yüzyılın icadı bile kukla olur dillerimizde.



tüm bunları düşünürken ben o günlerde, önümdeki yemeği kaşıklayarak, okul yollarını da arşınlayarak biraz daha büyüdüm. aile eğitimi hala baskındı. bu sefer " her zaman bilen biriyle sohbet etmeye çalış" oldu gündemin nasihatı.


işte bilen anlatıyordu; sesler sandığımız gibi yok olmaz. ağızdan çıkan her kelime bir ses aracılığıyla dinleyiciye ulaşır. ancak malum kulağa varıncaya kadar bizlerin bilmediği birtakım arabedeler atlatır. havadaki oksijene çarpar, azota çarpar, nesnelere, insanlara, bitkilere, bilgisayara ve kaleme çarpar. çarptığı her noktada o'ndan bir iz kalır, duyduğumuz belki sadece bir yankıdır... bir de sözün iz bıraktığı noktadan kendisine dönmesi durumu var. çelik ayna'lar boşa değilmiş, kötü söz sahibinin'miş...


bu buluş üzerinde çalışan bir bilmadamı varsa, duyduklarım doğruysa ve hayalgücümü az da olsa zaptetmeyi başarabilmişsem, "güzel günler göreceğiz!"

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Irak'ın kuzeyinde, kendine ırak kalmış bir ülkenin merkezinden, aynı zamanda merkezine ırak kalmış bir semtinin herhangi bir evinden yazıyorum. ben zeynep, yaşasın 24 eylül!
ne yazacağımdan habersiz yazmaya başlıyorum. son, ki, üç..!


ergenlik döneminden çıkıp erginliğe erişinceye kadar spor yaptırmalı çocuğa. ya da çocuk müzikle ilgilenmeli, hiç değilse çizmeli, yazmalı. bu temel direklerden birine/birkaçına sıkıca tutunan çocuk kaşım-gözüm, görünüşüm-popüleritem diyemeden doğrudan bir "insan"a ve insandan "birey"e dönüşüyor. mesele bir hedefe yoğunlaşıp kazanımlar elde edebilmeyi bilmekte.

yakının güneyinde olup kendine ırak kalan "tutunamayanlar"ıysa gazeteler gözler önüne seriyor. sayfa numarası:3, konu başlığı cinnet, cinayet. bir gün cinnet getirip cinayet işleyeni, ertesi gün cinayet işleyip cinnet getireni okuyoruz;
ertesi gün,
daha ertesi,
ve belki kimbilir...


uzaklaşmak iyidir bazen. ama tası tarağı toplayıp deniz kıyısında bir kasabada inzivaya çekilmek değil söylediğim yahut kısa bir tatil yapıp kafa toparlamak değil.

bilgisayarları, ışığı, gazetelerin kan kokulu sayfalarını bir kenara bırakıp, şıp şıp damlayan musluğu da güzelce sıkılayarak sabit duran bir koltukta, kanepede, birkaç dakika dinlenmek. .

düşünüyorum da, bazen, kişinin kendisine en ırak sınırı beyin kıvrımları oluveriyor. ne istendiği, neye ihtiyaç duydulduğu bilinemeyen zamanlarda tünemeli sabit koltuğa. zaman zaman yaptığımız düşsel yolculukların en uzunu kendi bilinçaltında çıktığımız keşif gezintileri olmuyor mu?

oluyor olmasına da, sonuç alabilenimiz pek az. lem'e hak veriyorum bu konuda: " insan ile bilinçaltı aynı alfabeyi kullanmadıkları için bir türlü iletişim kuramıyorlar". işte gidilecek en uzak nokta bilinçaltıdır şu durumda. ortak bir dil yaratamak, iletişme yolları keşfetmek.


benim için iletişim kurmanın en kolay yolu "yazmak". hem kalıcı, hem kanıtlayıcı, kişilere/kitlelere hitap edici... işte bu yüzden aklıma estikçe yazacağım.